Tarih boyunca bütün toplumlarda, âhiret inancının
izleri, İslâmî manada olmasa da, kuvvetli veya zayıf bir şekilde
görülmektedir.
Dinler tarihiyle alakalı araştırmaların neticeleri
de bu gerçeği destekler mahiyettedir. Tarihde dinsiz bir millete rastlanmadığı
gibi, Allah'a imândan sonra, ölüm ötesi bir hayata, en azından, rûhun bedenden
ayrıldıktan sonra hayatını sürdürdüğüne dâir bir inancı olmayan topluma da
rastlanmamıştır[1].
Onbinlerce yıl öncesinden günümüze mirâs kalan
lâhidler, cenaze ayini izleri, mezarlara konulan çeşitli eşyalar, öteki dünya
inancının izlerini taşımaktadır[2]. Meselâ, cilalı taş devri
insanları, ölüleriyle beraber toprağa yiyecek, içecek, silah ve süs eşyaları
gömüyorlardı[3]. Mezopotamya'da Ur'da M.Ö. 2250
yılından kalma kral mezarlarında mobilyalar, müzik aletleri ve kumar malzemeleri
bulunmuştur. Mezarlarda silah, şarap ve yiyecek olduğu gibi, öteki dünyada
efendilerine hizmete devam için öldürülmüş askerlerin kalıntılarına da
rastlanmıştır[4]. Yine, Babil mezarlarında,
çamaşırlar, süs eşyaları, ok başları, hatta, bir kadının çürümüş kemiklerinin
yanında, tarak ve parfüm şişeleri, beri tarafta, küçük bir çocuğun yanında ise,
oyuncaklar bulunmuştur[5]...
Eski Mısır'da,
kuvvetli bir âhiret inancının var olduğu söylenmektedir. Eski Mısırlılar'ın,
ölülerini, ceninin anne karnında bulunduğu şekil olan kurfesâ halinde yani, çene dizlere değerek oturur
vaziyette defnetmeleri, yeniden dirilişe ve yeni bir âleme doğuşa delâlet ettiği
şeklinde yorumlanmıştır[6].
Bu sahada eser yazan bazı müellifler, Mısır
dinlerini diğer dinlerden ayıran en önemli vasfın ebediyet (sonsuzluk) fikrine verdikleri önem ve
ölülerine gösterdikleri itinâ olduğunu söylemişlerdir[7]. Onlara göre gerçek hayat
ölümden sonraki hayattı[8]. O dönemlerdeki âhiret inancını
ifâde eden bilgilerin fazla oluşu, bu görüşleri desteklemektedir. Meselâ, Eski
Mısır kalıntılarındaki tasvirlerine göre, Oziris'in hakimiyetinde olan bu âlem[9], çok çetin hatta firavun için
bile pek çok dakik ve zor suâlleri aşmadan ebedî saadet âlemine göçülemeyeceği
zor bir âlemdir[10]. Bu âlemde iyilikler galip
gelirse iyi bir hayatla, kötülükler galip gelirse kötü bir hayatla karşılaşılır.
İyilik ve kötülüklerin miktarı mizân ile
belirlenir[11].
Eski Mısırlıların âhiret ahvalini anlatan çeşitli
kitapları da vardı. Mezar ve türbe duvarlarına yazılmış çeşitli büyü
metinlerinden meydana gelmiş bir derleme ve Mısır şiirinin ölümsüz eserlerinden
biri sayılan Ölüler Kitabı[12], âhiretle alakalı kıssa ve
duaları[13], rûhun ilahî mahkeme huzurunda
söylemesi gereken şeyleri[14] ihtivâ ediyordu. Hatta
yardımcı olması için bu kitap ölüyle beraber gömülürdü[15]. Ehramlar
kitabında, kralın öbür dünyadaki kaderi hakkında bir takım formüllerden, Sandukalar kitabında ise, ölüyü öbür dünyada
tehdit eden şeylerden korumak gayesini güden ve orada hoş bir hayat sürme
imkânını veren formüller vardı[16].
Eski Mısırlılar'da tenasüh inancına da
rastlanmaktadır[17]. Bu inanca sahip olanlara
göre, kötülükleri galip gelenler hayvan bedenlerine sokularak tekrar dünya
hayatına dönerler. Hatta, iyi rûhlar da üç bin
yıllık cennet hayatından sonra eski bedenlerine girerek yeni bir imtihan için
tekrar dünyaya dönerler[18]. Eski Mısırlılar'ın, cesetleri
mumyalayarak çürümemeleri için büyük özen göstermelerinin temelinde de bu
inancın yattığı tahmin edilmektedir. Onlara göre rûh, ancak cisim sağ kaldığı
müddetce yaşayabilir ve rûhun tekrar bedenine dönmesi de ancak bu sayede
gerçekleşebilirdi[19]. Mumyalama, ölülere saygının,
onları memnun etmenin bir gereği ve ölümden sonraki hayata inanmanın bir
tezahürü olarak da değerlendirilmektedir[20].
Eski Mısırlılar'ın âhiret hayatına verdikleri
önemin bir delilinin de, ölüleri için sağlam kabirler, piramitler, yaptırmaları
olduğu[21] söylenmişse de, çok eski
dönemlerdeki Mısırlılar'ın ölülerini mütevazi mezarlara gömerken,
medeniyetlerinin ilerlediği dönemlerde böyle büyük piramitler yapmaları
büyüklenme ve böbürlenme arzusunu da hatıra getirmektedir[22].
Eski Mısırlılar'ın âhirete atfettikleri bu önem,
bazılarını, tarihte âhirete inanan ilk milletin Eski Mısırlılar olduğu kanaatine
götürmüştür. Bu iddiâda bulunanların başında tarihçi Heredot[23] gelmektedir. O'nun "Mısırlılar rûhun ebediyetine inanan ilk millettir"
sözü bu iddiânın çok eskilere dayandığını gösteriyor. Muâsır âlimlerde de bu
iddiâya rastlamak mümkündür[24]. Seyyid Kutub, şu ifâdeleriyle
bu iddiâya katılmıştır: "Başka hiç bir millette âhiret düşüncesi henüz doğmadan
tam bin yıl önce, Mısır’da uhrevî hesaba imân
yerleşmişti. Herkesten önce Mısırlılar âhirete inanmış ve bu inancın üzerinden
bin yıl geçtikten sonra, bu inanç diğer
milletler arasında yayılmıştır"[25].
Kanaatimizce bu görüş çok iddiâlı ve ihtiyatla
karşılanacak bir görüştür. Zira âhiret inancı, eserin mütercimi Ateş'in de
dediği gibi, tedrîcî değildir. Bu inanç, Hz. Adem'le insanlık âlemine girmiş ve
daha sonraları tarihin çeşitli dönemlerinde, dünyanın değişik bölgelerine
gönderilen peygamberler vasıtasıyla insanlara tebliğ edilmiştir. "Her ümmete mutlaka bir nezîr (cehennem azabından
uyaran peygamber) gönderilmiştir" (Fâtır, 24) ve "Andolsun, Biz her ümmete Allah'a ibadet etmeleri ve
tağuttan sakınmaları için peygamberler gönderdik" (Nahl, 36) âyetleri hiç
bir şüpheye yer bırakmayacak bir surette bu gerçeği ifâde etmektedir.
Şüphesiz, Eski Mısırlılar'da izlerine bolca
rastlanan ölüm ötesi hayat inancı da, peygamberler vâsıtasıyla bildirilen ilahî
tebliğlerden kaynaklanmaktadır. Nitekim, Hz. İbrahim Mısır'a hicret ederek orada
bir müddet kalmış, Hz. Yusuf da uzun müddet Mısır'da hükümranlık sürerek bu
inancın yerleşmesinde büyük rol oynamışlardır. "Ben (Yusuf a.s)
Allah'a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim" (Yûsuf,
37) âyeti Hz. Yusuf'un Mısırlılar'a, âhiret inancını tebliğ ettiğinin açık bir
delilidir.
Kutub, bu âyetin izahında, sonraları, yukarda
zikrettiğimiz fikrinden vazgeçtiğini gösteren şu ifâdeleri kullanıyor: "Burada
Hz. Yusuf (a.s.)'un sözü olarak âhiretin zikri gösteriyor ki, âhirete imân
beşeriyetin başlangıcından beri, bütün peygamberlerin diliyle tebliğ edilen
inanç unsurlarından birisidir. Yoksa, mukareneli dinler tarihçilerinin iddiâ ettikleri
gibi, akideye sonradan girmiş değildir. Gerçi putperest cahiliyye akidesine
fiilen daha sonra girmiştir ancak, sahih semavî tebliğatlarda âhirete imân,
devamlı bir surette aslî unsur olmuştur"[26].
Ebu Zehrâ da bu âyetle alakalı olarak şöyle diyor:
"Görülen o ki, Hz. Yusuf'un davetinin sadâsı Mısırlılar'ın rûhlarında tesirini
icrâ ederek nesiller boyu devam etmiştir"[27].
Dolayısıyla peygamberler vasıtasıyla her tarafa
yayılan böyle bir inancı, bir millet veya belli bir coğrafyaya mal etmek doğru
değildir. Her ne kadar dört bin yıllık maziye
sahib olan Sakkara piramitleri duvarlarındaki Mısır dinî metinleri, ölüm ötesi
hayatı anlatan en eski eserler[28] sayılmaktaysa da, bu durum
Mısırlılar'ın âhiret inancına sahip olan ilk millet olduklarını göstermez. Çünkü
daha önce de bahsettiğimiz gibi, tarih öncesi en eski kabilelerde dahi, ölüm
ötesi hayata inandıklarına delâlet eden belirtiler vardır. Mısırlılar'ın âhirete
inanan ilk millet olduğunu söylemek için, onların dünya sahnesine çıkan ilk
insanlar olduğunun ve o tarihlerde âhirete inandıklarının ispat edilmesi
gerekir. Böyle bir şey ispat edilmediğine göre, bu iddiâ da boştur. Kanaatimizce
İslam âlimlerinden bu iddiâya yer verenler, iyice düşünmeden Heredot'un
iddiâsını nakletmişlerdir.
Yine, bazı araştırmacıların iddiâ ettikleri Mısırlılar'daki âhiret inancının, hayat şartları ve
hayır-şer arasındaki mücadeleden doğduğu iddiâsı[29] da, vahyin sunduğu gerçeklere
iltifat etmeksizin ortaya atılmış zayıf bir iddiâdır.
Hint Dinleri'nde
ise, en bâriz vasıf tenasüh inancıdır. Birunî'nin ifâdesiyle, "Nasıl ki, kelime-i şehadet müslümanlığın şiârı, teslîs
hristiyanlığın, isbât (cumartesi günü,
çalışmayı bırakmak) yahudiliğin
alameti ise, tenasüh de Hint dinlerinin alametidir. Tenasühe inanmayan onlardan
sayılmaz" [30].
Ancak, bu inanç Hintlilerle beraber doğmamıştır.
Hintliler de başlangıçta insanın dünyaya bir kere geldiğine, ölümden sonra
iyileri cennetin, kötüleri ise Yama'nın hakimiyetindeki, cehennemin beklediğine
inanıyorlardı[31]. Daha sonraları, Veda metinleriyle tenasüh inancı Hint dinlerine
girmiştir[32]. Tenasüh inancına göre, insan
yeniden doğduğunda bir hayvanın bedeninde de dünyaya gelebilir. Ancak bazı hindû
fırkalarına göre, rûh ancak kendi nev'ine intikal eder. İnsan rûhu yine bir
insan, hayvan rûhu da yine bir hayvan olarak dünyaya gelir[33].
Hint dinlerinde, rûhun maddî âlemden kurtularak
ebedî nimetlere kavuşması, değişik tabirlerle ifâde edilir. Hinduizm'de bunun
adı
intılak, Caynizm'de necat, Budizm'de ise,
nirvanadır[34].
Yeniden dünyaya gelişin, rûhun tekâmülünü
tamamlayıncaya kadar dünyaya tekrar gelmesinin sebebi olan karma kanunu da, Hint dinleri arasında farklı
suretlere bürünmüştür. Caynizm'deki karma, Hinduizm'deki gibi amellerin
karşılığını gerçekleştiren itibarî bir emir değil, maddî bir varlıktır. Süt su
ile nasıl karışırsa, karma da rûhla öyle karışır ve insan nefsini arındırıp,
dünyevî rağbetlerden uzaklaşıncaya kadar ondan ayrılmaz, tekrar tekrar dünyaya
gelmesine sebep olur[35].
Budizm ise, bir dinden çok felsefî bir düşünce
sistemine daha çok benzemektedir. Hatta Buda'nın Allah'a imân fikrinden daha
sonraları uzaklaştığı, böylece Allah'la bütünleşme manasında olan nirvananın da, manasını değiştirdiği
söylenmektedir. Böylece nirvana, tarihî merhaleler geçirmiştir. Sonraki
dönemlerde nirvana, rûhun, nefsi temizleme ve bütün maddî arzuları gemlemek
suretiyle, rûhanî temizlik merhalelerinin en üstüne çıkması veya insanın rûhunu
karma çemberinden kurtarması olarak tarif
edilmiştir[36].
Budizm'de kâinatın ezelî olduğu, başlangıç ve
sonunun olmadığı inancının varlığı[37] düşünülürse, böyle bir inanç
sisteminde Allah'ı inkâr etmenin kolay olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Eski Mısır ve Hint dinlerini karşılaştırdığımızda,
her ikisinde de rûhanî bir âhiret inancının var olduğunu, ancak Eski
Mısırlılar'ın cesetlerin muhafazasına daha çok itina gösterdiklerini görüyoruz.
Tenasüh inancı ise Hint dinlerinde çok şümûllü, Eski Mısır'da ise sınırlı, hatta
daha çok firavunlar için geçerli idi. Çünkü, firavunları ilâh sayan Mısırlılar
onların öldüğünü görünce çare olarak, ölenin sadece ceset olduğunu, rûhun ise o
firavunun evlat veya ahfadından birinin cesedinde başka bir firavun olarak
dünyaya geldiğini iddiâ etmişlerdir[38].
Hint dinleri, rûhun bekâsı ve yaptıklarının
karşılığını görmesi açısından semavî dinlere benzese de, bu karşılığın dünya
hayatında aranmasıyla onlardan ayrılır[39]. Tenasüh inancına sahip Hint
dinleri, tabir yerinde ise, âhireti ve ebedî hayatı bu dünyada
aramışlardır.
Hint dinlerinde tenasüh inancına zıt gibi görünen
cennet ve cehennem inancının da bulunması[40], Hintlilerin ilk dönemlerindeki sahih dinlerinin
bir bakiyesi ve uzantısı olarak yorumlanabilir[41].
Eski Mısır'da kuvvetli, Eski Hint'de zayıf bir
şekilde görülen cennet ve cehennem inancının Çin'e doğru çıkıldıkça etkisini kaybederek
silinmeye yüz tuttuğu, Eski Çinlilerin rûhların bedenden ayrıldıktan sonra,
dünyada âileleriyle beraber kaldıkları, bu yüzden, onların atalarının rûhlarına
tapıp, onlara kurban sundukları[42] söylense de, kanaatimizce, bu
durumu çok geniş olan bu coğrafyanın tamamına teşmîl etmemek daha doğru olur.
Çünkü, zikri geçen, Fâtır, 24. âyette ifâde edildiği gibi, her kavme mutlaka bir
peygamber gönderilmiştir. O halde böylesine geniş bir coğrafyada ve sayıca
kalabalık olan bir millette âhiret, cennet ve cehennem inancının hiç bulunmadığı
düşünülemez. Hem, bir şeyin henüz tesbit edilmemesi, olmadığına delâlet etmez.
Nitekim tarih öncesi Tibetlilere ait Ölüm Kitabı'nda rûhun fizikî ölümünden sonra
geçirdiği merhaleler ve bu merhalelere uğrayacak olan ölünün yapması gerekenler
uzun uzadıya anlatılmaktadır[43].
Konfüçyüs'ün de,
âhiretle meşgul olmayıp bütün himmetini bu dünya hayatına sarfettiği
söylenmekte, "Biz canlılara hizmet edemiyoruz, ölülülere nasıl hizmet edelim,
hayatı bilmiyoruz, ölümü nereden bilelim" sözü ona atfedilmektedir[44]. Yine ondan nakledildiğine
göre, "Öldükten sonra hayat olup olmadığını araştırmamak daha iyidir. Çünkü,
ölen yakınların yaşadıkları bilinse, onları seven evlatları canlarını kıymaya
kalkar. Yaşamadıkları bilinse, bu kez de bazı nankör evlatlar onlara saygıda
kusur ederler (!)"[45]
Şintoizm'de de,
ölülerin rûhlarına tapma adeti vardır. Kami adı
verilen bu rûhlar tanrılaştırılır ve her şeyi onların idare ettiğine inanılır[46].
Eski İran
dinlerinde de, cennet, cehennem, hesap ve mizân, iyi rûhları kötü rûhlardan
ayıran köprü (Sinvat) inancı vardı[47]. Zerdüştlüğün ilâhî kitabı
olan Avesta'da bedenlerin diriltilmesi hayatî
bir yer işgâl eder[48]. Zerdüşt'ün tebliğatına göre,
"Âlemin sonunda ölüler kalkacak, her mahlûk yaptığının karşılığını görecek,
zulmet meleği etbaıyla beraber zulmet mahalline, nûr meleğiyse etbaıyla beraber
nûr âlemine, ebediyyen kendilerine hiç bir şer dokunmayan saadete
ulaşacaklardır"[49]. Bütün bunlar, sahih bir dinin
iz ve sızıntıları mesâbesindedir[50].
Burada, Akkad'ın "Her
halde Farslılar, âlemin akibetine dâir Hind akidesiyle, rûhun muhasebesi ve
mücazat mevkıfında amellerin tartılmasına dâir Mısır akidesini cem
etmişlerdir"[51] sözüyle ifâde ettiği, Farslılar âhiret âlemine dâir inançlarında Mısır ve
Hintliler'in etkisinde kalmışlardır görüşü zayıf bir görüştür. Çünkü, bu
dinlerdeki bir takım benzerliklerden hareketle meseleyi sadece etki ve etkilenme
şeklinde ele almak, İslâmî açıdan doğru bir yaklaşım değildir. İslâm tasavvuruna
göre böyle bir benzerlik, Allah'ın bütün bu milletlere peygamberler göndererek,
aynı hakikatları tebliğ etmesinden kaynaklanmaktadır. Daha sonraları,
peygamberlerin tebliğ ettikleri bu hakikatler bazı tahrifata uğrayarak,
farklılıklar ortaya çıkmıştır[52].
Diğer pek çok dinlerin aksine, Farslılar'ın inanç
sisteminde âhiret, tasvir ve keyfiyetlerde farklılıklar olsa da, bütün
mezheplerce benimsenmiş sabit bir inançtıır[53].
Sabiiler'de de
kıyamet ve âhiret inancı vardı. Buna göre, âhir zamanda bir melek semâyı
dürecek, güneş ve ay yok olacak, yıldızların ışığı kaybolacaktır[54]. İyi rûhlar sür'atle engelleri
aşarak, Abatur terazisinde tartıldıktan sonra
ışık âlemine yükseleceklerdir. Kötü rûhlar ise, çeşitli engellere takılıp, eza
ve cefâ gördükten, Suf denizinde günahları
miktarınca kaldıktan sonra ışık âlemine alınacaklardır. İlâhî öğretiye tamamiyle
muhâlif olanlar ise, ışık âlemine hiç bir zaman yükselemeyeceklerdir[55]. Sabiiler'in hacim bakımından
en büyük kitapları olan Ginza'nın ikinci ana
kısmı olan Sol Ginza'da sadece rûh ve rûhun
kurtuluşu ve ışık âlemine yükselişi (eskatoloji) konuları ele alınmıştır[56]. Sabiiler'in Harraniyye (Harnâniyye) kısmında ise, tenâsüh
görüşü hâkimdir[57]
Eski
Mezopotamyalılar (Sümer, Asur, Babil) da, âhirette dünyada yapılan amellerin
karşılığının görüleceğine inanıyorlardı[58].
Hititliler'in
ölüleri yakma ve mezarlarına az da olsa hediye koymaları, onların da kendilerine
has bir âhiret inancı olduğu kanaatini vermektedir[59].
Eski Altay
Türklerine göre, dünyanın sonunda Tanrı Ülgen ile oğlu savaşacak, sonunda
Ülgen galip gelecek, yer yüzünde tek başına kalacak, daha sonra bütün ölüleri
dirilterek haşri başlatacaktır[60].
Yunan
mitolojisinde rûhun ölümsüzlüğünün önemli bir yeri vardı[61]. Ancak Eski, Yunanlılar'ın
ölümden sonraki hayat hakkındaki değerlendirmeleri karamsardı. Ölülerin yer
altında Hades[62] adlı tozlu, soğuk bir yerde
toplandıklarına inanırlardı. Hatta, hristiyan kilisesinin gayretlerine rağmen,
günümüz Yunan köylülerinde de, yer altında, alaca karanlıklı, ebedî bir yere
dâir bu inanç, tesirini icrâ etmektedir[63]. Bu karamsarlığın yanında,
ölümden sonra iyilerin gittikleri ve yeryüzünde olduğuna inanılan Elysium'un mutlak bir mutluluk ve sürekli bir
bahar ülkesi olduğuna da inanıyorlardı[64].
Eski Romalılar,
ölülerin rûhlarını öteki dünyaya taşıyan Şaron
adında bir şahsa inanıyorlardı. Şaron ücret mukabilinde iş gördüğü için, ölünün
ağzına bir miktar para tutuşturulurdu. Cenaze taşınırken, önden ölenin ve
atalarının resimleri götürülür, merasim bittikten sonra kâhinler orada bulunan
herkese su serper ve geri çevirirlerdi[65].
Eski Amerikan dinlerinde de ölüm ötesi bir hayata
inanma önemli bir yer işgâl ediyordu. Aztekler'e göre, insanların ölümden sonraki
halleri, ölüm şekillerine bağlıydı. İnkalar'da ölülerini mumyalama adeti vardı[66].
Kızılderili
kabilelerinin çoğu ölülerin rûhlarının dünya ile etkileşim biçimine sahip
bir başka boyutta yaşadığına inanır. Hatta bazı kültürlerde olduğu gibi,
kızılderililerde de hayvanların fizikî ölümün ötesine geçerek hayatlarını devam
ettirdikleri inancı vardı[67].
Avustralya yerlileri olan aborcinler'in inanç sistemleri arasında, güçlü bir
ölüm ötesi hayat inancı vardır. Avustralya'nın kuzey bölgesindeki görkemli
kayalıklara işlenmiş olan kaya sanatları, ölümün son olmadığını ifâde
etmektedir[68].
Buraya kadar, dünyanın birbirinden uzak, farklı
bölgelerinde hüküm sürmüş çeşitli dinlerden verdiğimiz örneklerden anlaşılıyor
ki, ölüm ötesi bir hayata inanma, hemen hemen bütün insanlığın paylaştığı ortak
bir inanç olmuştur. İnsanoğlu ölümü son olarak görmemiş, ölümle her şeyin
bitmediğine inanmıştır.
Bir kısım dinlerde, tasviratta büyük farklılıklar
olsa da, Kur'an'da bildirilen kıyamet, amellerden hesaba çekilme, mizân,
sırat, cennet, cehennem gibi hakikatlere rastlıyoruz. Bu âlemin devamlı olduğuna
inanılan Hinduizm ve Budizm gibi dinlerde ise, ebedî âhiret hayatı bu dünyada
aranmıştır. Âhiret inancının olmadığı söylenen Eski Çin ve Japon dinlerinde ise,
en azından rûhun[69] ölmediği ve hayatiyetini
sürdürdüğü inancı vardır.
Ölüm ötesi hayat inancına dâir bütün bu inançlar o
milletlerin bütün çağlarını kapsamayabilir. Araştırmalar sonucu tesbit edilen
hususlar, tarihlerinin herhangi bir döneminde sahip oldukları inançlarının bir
izi de olabilir. Ancak ölüm ötesi bir hayat arayışının, en azından rûhun
ölümden sonra da hayatiyetini devam ettirdiği inancının, bütün milletlerin bütün
devirlerinde ortak nokta olduğunu söyleyebiliriz.
Bu inancın, kuvvetli veya zayıf bir sûrette, her
dinde izlerinin görülmesi, insanlığın hiç bir devirde rehbersiz bırakılmayarak,
her kavme peygamber gönderildiğini gösterdiği gibi, farklı şekillere bürünmesi
ise, bu peygamberlerin bildirdiği gerçeklerin zamanla tahrif edilmesinden
kaynaklanmaktadır. Âhiret inancının çeşitli dinlere göre çok farklılık
arzetmesinin bir sebebi de, insanların, görmedikleri bir âlem hakkında, hayalî
tasavvurlarda bulunmaları ve o âlemdeki varlık ve hadiseleri dünyadakilere
benzetip, yanlış kıyaslarda bulunmalarıdır.
Bu inancın canlılığını devam ettirmesinde, insan
fıtratındaki ebedî yaşama arzusunun rolü de büyüktür. İnsanoğlu ölümsüz bir
hayatı her zaman aramış, İslâm'ın bildirdiği gerçek âhiret hayatını duyup
öğrenmese de, efsanevî bile olsa, ölüm ötesi bir hayata inanma ihtiyacı duymuş
ve inanmıştır.
[1]. Hançerlioğlu, s. 26.
[2]. Raymond A. Moody Jr. Ölümden Sonra Hayat, çev. Gönül Suveren, 2. bsk. İnkılap ve Aka yay., İstanbul, 1983, s. 21; M. Ali Aynî. Hayat Nedir, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul, 1945, s. 61.
[3]. James Thayer Addison, La Vie Après La Mort Dans Les Croyances de L'humanite, Paris, 1936, s. 26.
[4]. Jenny Randles-Peter Hough, Öteki Dünya, çev. M. Harmancı, Say yay., İstanbul, 1994, s. 15-16.
[5]. Addison, s. 27.
[6]. Ferecullah Abdulbâri Ebû Ataillah. el-Yevmu'l-Ahir beyne'l-Yehûdiyyeti ve'l-Mesîhiyyeti ve'l-İslâm, 2. bsk., Dâru'l-Vefâ, el- Mansuriyye, 1992, s. 30-31.
[7]. Ebû Atâillah, s. 29-30.
[8]. R. Emmanuel, Hint Yunan ve Mısır Mitolojilerinde Gizemli Bilgilerin Kaynakları, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1995, s. 23
[9]. Addison, s. 74; R. Emmanuel, s. 26
[10]. Addison, s. 31.
[11]. Seyyid Kutub. Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, çev., S. Ateş, 2.bsk., Ankara, tsz., s. 21-22.
[12]. Addison, s. 74, 115; Talat Sait Halman. Eski Mısır'dan Şiirler, 2. bsk., İstanbul, 1995, s. 52.
[13]. A.g.e, s. 25.
[14]. Muhammed Ebu Zehra, ed-Diyânâtu'l-Kadîme, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, Kuveyt, tsz., s.16.
[15]. Randles-Hough, s. 15.
[16]. Challege Felicien. Dinler Tarihi, çev., S. Tiryakioğlu (baskı yeri ve tarihi yok) s. 32.
[17]. Abdulaziz es-Seâlibî. Muhadarat fi Tarihi'l-Mezahibi ve'l-Edyân, Beyrut, 1985, s. 55.
[18]. Hançerlioğlu, s. 45-73.
[19]. Ebu Zehra, s.17.
[20]. Haluk Hacaloğlu, Hayat, Ölüm ve Ötesi, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1996, s. 96
[21]. Muhammed Ahmed Abdulkadir. Akidetu'l-Ba's ve'l-Ahire fi'l-Fikri'l-İslamî, Daru'l-Ma'rifeti'l-Camiiyye, İskenderiyye,1986 s. 29.
[22]. Ebû Atâillah, s. 31.
[23]. Heredot M.Ö. V. yy'da Mısır'ı gezmiştir (Halman, s. 30).
[24]. Bkz. Ebû Atâillah, s. 33.
[25]. Kutub, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, s. 27.
[26]. Kutub, fî Zılâli'l-Kur'ân, Daru'ş-Şurûk, Beyrut, 1980, IV, 1988,
Kutub'un bu ifâdeleri, onun bu mevzudaki daha önceki fikrinden vazgeçtiğini gösteriyor. Çünkü, bu ifâdelerin yer aldığı fî Zılâli'l-Kur'ân adlı tefsiri, Kur'ân'da Kıyamet Sahneleri adı altında Türkçeye çevrilen Meşâhidu'l-Kıyame fî'l-Kur'ân adlı eserinden dört yıl sonra kaleme alınmaya başlanıp, uzun yıllar boyunca devam etmiştir (bkz. Salâh Abdulfettah el-Halidî, Seyyid Kutub mine'l-Mîlâd ile'l-İstişhâd, Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1991, s. 533, 544).
[27]. Ebu Zehra, s. 8.
[28]. Randles-Hough, s. 13.
[29]. Ebû Atâillah, s. 32.
[30]. A.g.e, s. 41 ( Ebu'r-Reyhan b. Ahmed el-Birunî, Tahkiku mâ li'l-Hind . 1983, s.39'dan naklen).
[31]. Randles-Hough, s. 19; Addison, s. 248.
[32]. Cevherî, X, 2. cüz, s. 25.
[33]. Ahmed Çelebi. Edyanu Hindi'l-Kübra, Mektebetu'n-Nahda, Kahire, 1976, 4. bsk., s.178.
[34]. A.g.e. s.117.
[35]. A.g.e. s.116.
[36]. A.g.e. s.161.
[37]. A.g.e. s.165.
[38]. Abdulfettâh el-Fâvî. Akidetu'l-Meâd beyne'd-Din ve'l-Felsefe, Dâru'l-Urûbe, Kuveyt, s. 42.
[39]. Çelebi, Edyânu Hindi'l-Kübrâ, s. 64.
[40]. Günay Tümer- Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ocak yay., Ankara, 1988 s. 240; Randles-Hough, s. 21; Ebu Ataillah, s. 44.
[41]. Ebu Ataillah, s. 45.
[42]. Ebu Zehra, s. 90.
[43]. Bkz. Kazi Dawa Samdup, Tibet'in Ölüler Kitabı, çev. Suat Tahsuğ, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul; keza bkz., A. Moody, s.123, 124, 126.
[44]. Ebu Zehra, s. 90-91.
[45]. Felicien, s.83.
[46]. A.g.e., s. 91.
[47]. Addison, s. 155-156, 226; Kutub, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, s. 28-29; Ekrem Sarıkçıoğlu. Dinler Tarihi, Bayrak yay, 1983 s. 113; Tümer- Küçük, s. 240-241.
[48]. Addison, s. 155.
[49]. Seâlibî, s. 66.
[50]. Ebu Ataillah, s. 47-48.
[51]. A.g.e., s. 46 (el-Akkad. Allah, Kitabun fi Neş'eti'l-Akîdeti'l-İslamiyye, s. 88'den naklen ).
[52]. A.g.e., s. 46.
[53]. Fâvî, s. 50.
[54]. Sarıkçıoğlu, s. 118.
[55]. Bkz. Şinasi Gündüz, Sabiiler Son Gnostikler, Vadi yay. Ankara, 1995, s. 130-137.
[56]. Gündüz, s. 55.
[57]. Muhammed ed-Dibacî, "es-Sâbietu men hum ve mâ hiye Cüzûruhum", el-Arabî, sayı: 398, s.186. Kur'an'da zikri geçen sabiilerin ise, Mindâiyye kolu olduğu ifâde edilmektedir (a.y).
[58]. Sarıkçıoğlu, s. 33.
[59]. A.g.e, s. 56.
[60]. A.g.e, s. 98.
[61]. Bkz. Addison, s. 125.
[62]. Eski Yunanlılar'da bu yere Şanzelize'de denmektedir.Ölülerin yer altında kaldıkları yere dâir bu inanç, pek çok millette görülmektedir. Babillilerdeki, Aralu, Yahudilerdeki Şeol, Romalılar'da Tartar, Mısırlılar'da Amenti bunun birer örneğidir (bkz. Addison, s. 71-72; Hacaloğlu, s. 74)
[63]. Addison, s. 73.
[64]. Addison, s. 81-82; Randles- Hough, s. 17.
[65]. Seâlibî, s. 98.
[66]. Sarıkçıoğlu, s.102.
[67]. Randles- Hough, s. 29, 37.
[68]. Randles- Hough, s. 27-28.
[69]. Genel olarak bütün insanlık, rûhun gözle görülüp, elle tutulmayan, rüzgâr veya buhar gibi bir varlık olduğuna inanmıştır (bkz. Addison, s. 12).
[2]. Raymond A. Moody Jr. Ölümden Sonra Hayat, çev. Gönül Suveren, 2. bsk. İnkılap ve Aka yay., İstanbul, 1983, s. 21; M. Ali Aynî. Hayat Nedir, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul, 1945, s. 61.
[3]. James Thayer Addison, La Vie Après La Mort Dans Les Croyances de L'humanite, Paris, 1936, s. 26.
[4]. Jenny Randles-Peter Hough, Öteki Dünya, çev. M. Harmancı, Say yay., İstanbul, 1994, s. 15-16.
[5]. Addison, s. 27.
[6]. Ferecullah Abdulbâri Ebû Ataillah. el-Yevmu'l-Ahir beyne'l-Yehûdiyyeti ve'l-Mesîhiyyeti ve'l-İslâm, 2. bsk., Dâru'l-Vefâ, el- Mansuriyye, 1992, s. 30-31.
[7]. Ebû Atâillah, s. 29-30.
[8]. R. Emmanuel, Hint Yunan ve Mısır Mitolojilerinde Gizemli Bilgilerin Kaynakları, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1995, s. 23
[9]. Addison, s. 74; R. Emmanuel, s. 26
[10]. Addison, s. 31.
[11]. Seyyid Kutub. Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, çev., S. Ateş, 2.bsk., Ankara, tsz., s. 21-22.
[12]. Addison, s. 74, 115; Talat Sait Halman. Eski Mısır'dan Şiirler, 2. bsk., İstanbul, 1995, s. 52.
[13]. A.g.e, s. 25.
[14]. Muhammed Ebu Zehra, ed-Diyânâtu'l-Kadîme, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, Kuveyt, tsz., s.16.
[15]. Randles-Hough, s. 15.
[16]. Challege Felicien. Dinler Tarihi, çev., S. Tiryakioğlu (baskı yeri ve tarihi yok) s. 32.
[17]. Abdulaziz es-Seâlibî. Muhadarat fi Tarihi'l-Mezahibi ve'l-Edyân, Beyrut, 1985, s. 55.
[18]. Hançerlioğlu, s. 45-73.
[19]. Ebu Zehra, s.17.
[20]. Haluk Hacaloğlu, Hayat, Ölüm ve Ötesi, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1996, s. 96
[21]. Muhammed Ahmed Abdulkadir. Akidetu'l-Ba's ve'l-Ahire fi'l-Fikri'l-İslamî, Daru'l-Ma'rifeti'l-Camiiyye, İskenderiyye,1986 s. 29.
[22]. Ebû Atâillah, s. 31.
[23]. Heredot M.Ö. V. yy'da Mısır'ı gezmiştir (Halman, s. 30).
[24]. Bkz. Ebû Atâillah, s. 33.
[25]. Kutub, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, s. 27.
[26]. Kutub, fî Zılâli'l-Kur'ân, Daru'ş-Şurûk, Beyrut, 1980, IV, 1988,
Kutub'un bu ifâdeleri, onun bu mevzudaki daha önceki fikrinden vazgeçtiğini gösteriyor. Çünkü, bu ifâdelerin yer aldığı fî Zılâli'l-Kur'ân adlı tefsiri, Kur'ân'da Kıyamet Sahneleri adı altında Türkçeye çevrilen Meşâhidu'l-Kıyame fî'l-Kur'ân adlı eserinden dört yıl sonra kaleme alınmaya başlanıp, uzun yıllar boyunca devam etmiştir (bkz. Salâh Abdulfettah el-Halidî, Seyyid Kutub mine'l-Mîlâd ile'l-İstişhâd, Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1991, s. 533, 544).
[27]. Ebu Zehra, s. 8.
[28]. Randles-Hough, s. 13.
[29]. Ebû Atâillah, s. 32.
[30]. A.g.e, s. 41 ( Ebu'r-Reyhan b. Ahmed el-Birunî, Tahkiku mâ li'l-Hind . 1983, s.39'dan naklen).
[31]. Randles-Hough, s. 19; Addison, s. 248.
[32]. Cevherî, X, 2. cüz, s. 25.
[33]. Ahmed Çelebi. Edyanu Hindi'l-Kübra, Mektebetu'n-Nahda, Kahire, 1976, 4. bsk., s.178.
[34]. A.g.e. s.117.
[35]. A.g.e. s.116.
[36]. A.g.e. s.161.
[37]. A.g.e. s.165.
[38]. Abdulfettâh el-Fâvî. Akidetu'l-Meâd beyne'd-Din ve'l-Felsefe, Dâru'l-Urûbe, Kuveyt, s. 42.
[39]. Çelebi, Edyânu Hindi'l-Kübrâ, s. 64.
[40]. Günay Tümer- Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ocak yay., Ankara, 1988 s. 240; Randles-Hough, s. 21; Ebu Ataillah, s. 44.
[41]. Ebu Ataillah, s. 45.
[42]. Ebu Zehra, s. 90.
[43]. Bkz. Kazi Dawa Samdup, Tibet'in Ölüler Kitabı, çev. Suat Tahsuğ, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul; keza bkz., A. Moody, s.123, 124, 126.
[44]. Ebu Zehra, s. 90-91.
[45]. Felicien, s.83.
[46]. A.g.e., s. 91.
[47]. Addison, s. 155-156, 226; Kutub, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, s. 28-29; Ekrem Sarıkçıoğlu. Dinler Tarihi, Bayrak yay, 1983 s. 113; Tümer- Küçük, s. 240-241.
[48]. Addison, s. 155.
[49]. Seâlibî, s. 66.
[50]. Ebu Ataillah, s. 47-48.
[51]. A.g.e., s. 46 (el-Akkad. Allah, Kitabun fi Neş'eti'l-Akîdeti'l-İslamiyye, s. 88'den naklen ).
[52]. A.g.e., s. 46.
[53]. Fâvî, s. 50.
[54]. Sarıkçıoğlu, s. 118.
[55]. Bkz. Şinasi Gündüz, Sabiiler Son Gnostikler, Vadi yay. Ankara, 1995, s. 130-137.
[56]. Gündüz, s. 55.
[57]. Muhammed ed-Dibacî, "es-Sâbietu men hum ve mâ hiye Cüzûruhum", el-Arabî, sayı: 398, s.186. Kur'an'da zikri geçen sabiilerin ise, Mindâiyye kolu olduğu ifâde edilmektedir (a.y).
[58]. Sarıkçıoğlu, s. 33.
[59]. A.g.e, s. 56.
[60]. A.g.e, s. 98.
[61]. Bkz. Addison, s. 125.
[62]. Eski Yunanlılar'da bu yere Şanzelize'de denmektedir.Ölülerin yer altında kaldıkları yere dâir bu inanç, pek çok millette görülmektedir. Babillilerdeki, Aralu, Yahudilerdeki Şeol, Romalılar'da Tartar, Mısırlılar'da Amenti bunun birer örneğidir (bkz. Addison, s. 71-72; Hacaloğlu, s. 74)
[63]. Addison, s. 73.
[64]. Addison, s. 81-82; Randles- Hough, s. 17.
[65]. Seâlibî, s. 98.
[66]. Sarıkçıoğlu, s.102.
[67]. Randles- Hough, s. 29, 37.
[68]. Randles- Hough, s. 27-28.
[69]. Genel olarak bütün insanlık, rûhun gözle görülüp, elle tutulmayan, rüzgâr veya buhar gibi bir varlık olduğuna inanmıştır (bkz. Addison, s. 12).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder