İslâm’da dünya-ahiret düalizminden söz etmek mümkün müdür? Bir şeyin dinî olanı ile olmayanı ayrımı neye göre yapılır? İslâm’da aslolan tevhiddir. Yani bu tür bir düalizm bile İslâm’a göre mümkün değildir. Çünkü aslolan “Bir”e yönelmektir, “Bir” olanla buluşmaktır. “Bir” olanda fani olmaktır. O’ndan geldik ve dönüşümüz O’nadır. O “Bir”den başka gördüklerimizin hepsi fani şeylerdir. Bu gerçek üzere baktığımızda dünya ve ahiret diye ayırıp dünyanın hakkını dünyaya, ahiretin hakkını ahirete değil, hepsini ahiret merkezli düşünüp dünyayı onun köprüsü ve oraya giden yol gibi gördüğümüz zaman hepsi tevhid merkezli olmuş olur. Dünya ve ahireti ayrı ayrı görüp dünyanın nân u nimetleriyle perverde olarak, onlardan istifade edelim sonra da ahirette kazanalım, dediğimiz zaman ayak kayması başlar. Çünkü Yüce Allah buyuruyor ki; “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi.” Dikkat ederseniz burada dünya nimeti olarak bize müzeyyen görünen, süslü gösterilen cazip gelen ne varsa sayılmıştır. Bugünkü ifadesiyle arabalar, daireler, işyeri, arazi vs. Ama Allah bizim dikkatimizi nereye çekiyor biliyor musunuz? Asıl olanın ahirette olduğuna Burada idrak ettiğimiz şeylerin varlığının gerçek değil hayal olduğuna. Bunu görmezden gelmek mümkün değil. Algı yanılmasıyla sakın ola ki siz bunları, fani olanları bâki gibi algılamayınız diyor Allah Teâlâ. Oradan size lazım olan kadarıyla istifade edin ve hedefiniz Allah’ın rızası ve ebedî saadet olsun diyor. Âyetlerin heyet-i mecmuasına bir bütünlük içerisinde baktığınız zaman dünya ve ahiret ikilemine, düalizmine pek müsait alan kalmıyor. Çok keskin bir hatla dünya ve ahiret diye ikiye ayırıverdiğiniz zaman dünya çok sıkı tutuyor insanın ayağından ve elinden… “Benim hedefim ahiret, orada bir ebedî hayat, ebedî cennet var, ben oraya koşuyorum” dediğiniz zaman zaten buradan geçiyorsunuz siz. Yasak olan, dünyanın insanın gönlüne girmesidir, kalbe girmesidir. Yoksa insanın dünya içerisinde olması yasak değildir. İnsan elbette dünya içerisinde yaşayacak, dünya nimetlerinden istifade edecek. Ama dünya nimetlerine kul olması çok tehlikelidir. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” derken aslında insanların fıtrat ve mayalarında, fıtratlarında kulluk etmenin var olduğunu belirtiyor. İnsan Allah’a kul olmazsa mutlaka başka bir şeye kul olur. Çünkü mayasında kulluk var. Başka bir âyet-i kerîmede Allah “Hevâsını Tanrı edineni gördün mü?” buyuruyor. Demek ki insanın hevâsını tanrılaştırmak gibi bir temayülü var. “Ben, sizin en yüce Rabbinizim!” diyen Firavun her zaman var. Bizim içimizde de var. Bizim nefsimiz zaman zaman tuğyan etmiyor mu? Rabbimiz “Gerçek şu ki; insan azar, insanoğlu kendini müstağni (yeterli) gördüğü için” buyuruyor. Kâinatta varılacak nihai hedef Allah’tır. Böyle baktığınız zaman dünya da ahiret de gözünüzden siliniyor. Tabii esas ahiret tarafına yöneliyorsunuz. “Dünya nedir?” diye soruyor Mevlânâ. Dünya kişiyi Allah’tan gafil bırakan şeydir. Dünya ne kadındır, ne altındır, ne gümüştür, ne paradır, ne şudur, ne budur. Dolayısıyla bunların hiçbiri doğrudan doğruya dünya değildir. Ama sizi Allah’a kulluktan alıkoyuyorsa ve sizi ahiret yönünde engelliyorsa, yani siz dünya nimetlerine dalıp da kulluğu, ahireti, Allah’ı unutuyorsanız o dünyadır. Bu bazen namaz bile olabilir. Kendinizi namaz kıldım zannedersiniz. Onda kırk tane hesabınız vardır. Sabah namazına erken gideyim, alış-veriş yapacağım tüccar beni görsün ve çekimi ona göre kabul etsin dersiniz; o namaz dünya olur. Veya hacı efendi beni camide görsün, yarın kızına dünürcü göndereceğim diye düşünürsünüz o namaz dünya olur. O namaz değil riya olmuştur. Dolayısıyla burada çok önemli bir tevhid diriliği var. O tevhid diriliği kalptedir. Kalpte başlayıp kalpte biten, Allah’ın dışındaki diğer varlıkları küçümseme, onları yok sayma diriliğine ihtiyaç var. Bugün problemimiz biraz da buralardan kaynaklanıyor bence. Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim derken, “dünyanın işi dünyaya, ahiretin işi ahirete” şeklindeki anlayışlar zaman içerisinde bizi farkında olmadan dünyevîleştiriyor. Peygamber efendimiz “Kıldığınız her namazı son namazınız gibi kılın.” buyuruyor. Bu ne demek? Biz aslında her an dünyaya arz-ı veda ediyoruz. Vücudumuza bakın, her lahza vücudumuzda binlerce hücre ölüyor, binlerce hücre yeniden yaratılıyor. Çocuklarda çok hızlı, gençlerde hızlı ve yaş ilerledikçe yavaşlıyor hücre yenilenmesi. Zaman algısı bununla ters orantılı. Hücre yenilenmesi ne kadar hızlı ise zaman o kadar yavaş geçiyormuş gibi algılanıyor. Hücre yenilenmesi ne kadar yavaşlarsa zaman algısı o kadar hızlı geçiyor. Dün daha yılbaşı idi ne zaman sene sonu geldi diyorsunuz. Ramazan daha dün gitmedi mi, ne zaman tekrar geldi diyorsunuz. Ama eskiden çocukken üç ay uzun bir zaman dilimiydi. Hayat o kadar ölümle içiçe ki. Ucuna ateş bağlanan çubuğun hızla döndürüldüğünde daire zannedilmesine benziyor. Halbuki bu bir algı yanılması. Hayat da böyle, o kadar hızlı akıyor ki yaşadığımızı zannediyoruz. Hem yaşıyoruz hem ölüyoruz. Hayata bu gözle bakmak, bu gözle görmek lazım diye düşünüyorum. prof dr hasan kamil yılmaz |
RÖPORTAJLAR
İSTANBUL MÜFTÜLÜĞÜ DİN VE HAYAT DERGİSİ / RÖPORTAJ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder